Tarihten yola çıkarak sekularizmin neden ortaya çıktığını açıklamak son derece güç bir iş olsa gerek, zira konuyu açıklayabilmek için makale yetersiz kalacaktır. Öte yandan, bu makalede sekularizmin tarihsel yolculuğu anlatılacak ve onun neden ortaya çıktığı ve hangi konularda insanlığa nasıl bir vaatte bulunduğu meselesi ele alınacağı kadar tarihsel gelişiminin nasıl olduğu sorusu da olabildiğince yalın -fakat açıklayıcı- bir şekilde anlatılmaya çalışılacaktır. Bu sayede sekularizmin neden elzem olduğu sorusunun yanıtının bir nebze de olsa verilebileceği konusunda umuda sahibim.
TDK’ya göre anlamı dünyacılık olan sekularizmin sözcük kökeni seküler anlamına gelen ve Geç Latince bir sözcük olan saecularis’ten türemiştir ve “dünyevi, bir jenerasyon ya da çağa ilişkin” manasındadır[1]. Terimin belirtilmesi gereken bir diğer anlamı ise geçicidir. Pek çok dine göre tanrı kavramı ezeli ve ebedidir, dolayısıyla sekularizm sözcüğü de zamanla dinsel işlemlerden ayrılığı, yani bir bakıma dünyevi olan ile ilgilenme anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Günümüzde ise sekularizm için kendisini iki temel prensipe dayandırmaktadır diyebiliriz, bu prensipler ise
- Devlet ve dini kurumlar arasındaki ilişkinin kesin bir katiyet ile ayrılmış olması
- Farklı inanç sistemlerinin yasalar önünde eşit olması
şeklindedir. Başka bir şekilde ifade edilmesi gerekirse sekularizm din karşıtlığından ziyade dinsel tarafsızlığa sahip olunması gerektiği düşüncesidir.
Sekuler sözcüğüne yeniden dönecek olursak kelimenin dilimize Fransızca’dan geçmiş olan laik’e benzediği görülebilir. Laik sözcüğü halka özgü/ait manasına gelen ve 1560lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlanılan bir kelimedir. Etimolojik kökenine bakılacak olursa laik sözcüğü Eski Latince’de laicus şeklindedir ve bu dile Grekçe’de “halka ait olan anlamına” gelen laikos’tan geçmiştir[2]. Öte yandan kelimenin ikinci anlamı sekülerdir. Buradan hareketle denilebilir ki laiklik ve sekularizm kavramları zamanla birbirlerinin içerisine eklemlenmiş kavramlardır, fakat belirli ölçüde farklılıklara da sahiptirler. Dolayısıyla bu farkların ortaya konulması konunun daha anlaşılır olması açısından zorunludur.
Temelde laisizm de tıpkı sekularizm gibi devlet ve din kurumlarının birbirinden ayrılması görüşünü savunur, fakat bu husus hakkında farklı varsayımlar güderler. Sekularizmi ele alacak olursak
- Devletin dine müdahalesi daha az iken dini açıdan belirtilmiş sınırlar daha geniştir.
- Dini devletin amaçları konusunda bir araç olarak kullanılmasını engellemeyi hedeflemekle birlikte tersi durum da geçerlidir.
- Dinin toplumsal alanda kurumsallaşmasını tehlikeli bir durum olarak görmez.
Laisizm için konuşulması gerekirse
- Devletin dine müdahalesi daha fazladır, bu durum da dinin toplumda yaşanılabileceği sınırları daraltır.
- Din kontrol altında tutularak amaçlar doğrultusunda reformasyona uğrayabilir ve yine amaçlara uygun olacak şekilde rasyonelleştirilebilir.
- Amaçlar ile uyuşmadığı zamanlarda din irrasyonel, batıl ya da modernite karşıtı bir hareket olarak görülebilir.
Durumun daha iyi anlaşılması için günümüzdeki iki devletten örnek vermek gerekirse:
Fransa
Ø Din ve devlet işleri ayrıdır. Ø Politikada ya da yönetimde dini semboller kullanımı yoktur. Ø Devlet okullarında göze çarpan, aleni bir şekilde belli olan dini semboller yoktur. Ø Kilisenin mal varlığı devlete aittir. Ø Devletin dine müdahalesi oranı (GIR/Goverment involvement in religion index):23 |
Amerika Birleşik Devletleri
Ø Din ve devlet işleri ayrıdır. Ø Dini söylevler de politikada ve kimi zaman yönetimde önemli bir role sahiptir. Ø Öğrenciler okullarında dini olarak gruplaşabilirler, fakat diğerlerine gruplarına katılmaya zorlayamazlar. Ø Kilise özel mülktür. Ø Devletin dine müdahalesi oranı (GIR/Goverment involvement in religion index):0 |
Tablo 1: Amerika ve Fransa’daki GIR oranları ile sekularizm ve Fransız Sekularizmi(laisizm) karşılaştırması[3].
Bu noktada durup sekularizm ve laisizm kavramlarının neden iç içe eklemlenmiş olduğunu anlamak her ne kadar sekularizmin tarihsel yolculuğunda kronolojiye uygun bir anlatıma uygun olmayacak olsa da faydalıdır.
Laisizm terimi daha önce de belirtildiği üzere Fransız siyasi kültüründen diğer dillere geçmiş olan bir sözcüktür ve 1789 Fransız İhtilali sonrası devlet ve din kurumlarının ayrımı için kullanılmıştır. Anthony W.Marx’a göre 16. Ve 17.yy’da insanların kendilerini tanımlamaları, yani onları topluma bağlayan öğe din idi[4]. Bu durumda da Fransa özelinde konuşulacak olursa dinin toplum üzerinde yoğun bir etkisi bulunmakta idi. Öte yandan Fransız İhtilali ile birlikte ortaya çıkan laisizm ve milliyetçilik akımları da dünyaya yayılmıştır[5]. Bu iki akım da güçlü ilişkilere sahip kilise-monarşi birliğine karşı mücadele ettiklerinden dolayı ilk etapta din ile devleti birbirinden ayırmaya çalışmışlardır. Bu şartlar altında da temel olarak denilebilir ki sekularizm yalnızca din ve devlet arasındaki ilişkiyi ayıran olgu değil, bilakis kurumsal bir pratikten ziyade politik bir eylem iken laisizm, sekularizme göre farklı ideolojik ya da politik amaçlara sahip aksiyondur. Bu noktada da denilebilir ki sekularizm felsefi kökleri olan bir düşünce iken sekulerleşme bir süreçtir.
Sezar’ın Hakkı Sezar’a
Matta İncili’nin 22. Bölümü’nde şöyle bir diyalog vardır:
- İsa, “Bu resim, bu yazı kimin?” diye sordu.
- “Sezar’ın” dediler. O zaman İsa, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” dedi.
Yukarıdaki diyalog aslında Hıristiyanlık’ın sekuler anlayışın temsilcisi olduğundan ziyade bizlere dini ve dünyevi kurumların arasındaki farkı, başka bir deyişle iki grubun dünyayı nasıl tahayyül ettiğini göstermesi açısından faydalı bir örnektir. Zira antik çağda siyasal eylem, ölümsüzlüğe doğru giden yolda, bir yürüyüş olarak algılanırken, Hıristiyanlıkta tek tek insana a priori bir ölümsüzlük atfedilmektedir[6]. Öte yandan Protestanlık ile birlikte parçalanmaya başlayan Hıristiyanlık algısı sonrası dünyayı görüş şekli de değişmiştir, misalen bu durumu Hannah Arendt de tıpkı Max Weber gibi Protestanlık ile ilişkilendirmiştir; zira Protestanlık inananların doğrudan yaşama yönelmelerini ve aktif olmalarını beklemektedir[7]. Bu noktada değişen dünya görüşlerini açıklamadan önce aradaki süreçte yaşanmış olan olaylara bakmak pek tabii olarak faydalı olacaktır.
“Tanrı ve İmparator… İki efendiye birden hizmet edemezsin; diğer bir deyişle, İsa’ya ve Caesar’a”[8]
Yukarıdaki sözü söyleyen Nolalı Paulinus(tam adı: Pontius Meropius Anicius Paulinus) 354 yılında Bordeaux’da doğmuş 431 senesinde ise psikoposluk yaptığı Nola şehrinde ölmüş olan mektup yazarı ve şairdir. Paulinus’u bu sözü söylemeye iten etkileri yazmak, sanırım, sözün anlaşılması açısından daha faydalı olacaktır.
5 Eylül 394 senesinde I.Theodosius komutasındaki kuvvetler ile Eugenius komutasındaki kuvvetler Frigidus Savaşı’nda karşı karşıya geldi. Savaş üç gün sürdü, savaşın son gecesinde I.Theodosius’u rüyasında “Beyazlar giyinmiş iki semavi atlı”[9] ziyaret etti ve ona zafer kazanacağını söylediler.
Savaşın en temel nedeni ise –pek tabii ki- iktidar mücadelesi idi. İmparatorluğun batı yarısını yöneten II. Valentinianus’un 392 senesindeki ölümünden sonra dönemin Batı Roma İmparatorluğu Magister Militum’u(Roma İmparatorluğu ve Cumhuriyeti’nde Genelkurmay Başkanı’na denk gelen rütbe) Arbogast ise imparator olarak Eugenius’u seçtirdi. İmparator seçilen Eugenius Pagan inancı yeniden canlandırmaya çalışırken Büyük Theodosius oğlu Honorius’u Batı Roma Augustus’u(İmparatoru) ilan etmiştir. Savaşın sonunda ise paganlar ağır bir darbe almışlar, kısa süreli olsa da Batı ve Doğu Roma İmparatorlukları tek bir çatı altında birleşmiştir.
Savaş gerçekleşmeden iki sene öncesinde ise, yani 391 senesinde, Büyük Theodosius İznik Teslisi’ni imparatorluğun resmi inancı olduğu şeklinde deklarasyonda bulunmuş, bireysel ya da toplumsal her çeşit pagan ayinini de yasaklamıştır[10].Theodosius’un dinsel kararlar almasının nedenlerinden birisini belirtmemiz gerekirse o da 340-397 yılları arasında yaşamış olan Milan Psikoposu Ambrosius’dur. II.Valentianus(375-92) bir dönem Milan kentinde bulunan kiliselerden birisinin kendisine devredilmesini ister, piskopos ise reddeder. Saraya çağrılan Ambrosius emri “Bir piskopos asla Tanrı’nın evini terk etmez.” diye ikinci kez reddeder. Roma İmparatorluğu’ndaki düşünceye göre her şey imparatora ait olduğu için bu reddetme olayı saçmadır. Öte yandan durum belirtilince piskopos şöyle der:
- İlâhi hususlarda imparatorluk yetkilerini kullanamazsınız, ey imparator, eğer uzun imparatorluk istiyorsanız Tanrı’ya tabii olun Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Caesar’ın hakkını Caesar’a bırakın.[11]
Ambrosius 390 senesinde I.Theodosius’un emriyle gerçekleştirilmiş ve yaklaşık olarak 7000 insanın hayatını kaybetmesine neden olan Selanik Katliamı’ndan ötürü imparatoru aforoz etmiştir. Büyük Theodosius aforoz edilen ilk imparator olmakla birlikte daha sonra günahının kefaretini ödeyip pişmanlığını göstermiş ve affedilmiştir. Bu noktada durup ufak bir parantez açmak kilisenin daha sonra nasıl güçlendiğini göstermek açısından faydalı olacaktır.
Taht, Taç ve Asa
Devletlerin yönetim şekilleri en temelde tiranlık, monarşi, cumhuriyet ve totaliterlik olmak üzere dörde ayrılabilir. Monarşi ile tiranlık arasındaki farkı ilkinin yönetenin keyfiyetine bağlı olması iken ikincisinin korku ile erki elinde tutması olarak kabaca tabir edilecek olursa monarşide mevzubahis erk tanrısal iradenin temsiline dayandırılmaktadır; dolayısıyla siyasal olmayan bir hüviyete sahiptir. Bu noktada devleti yöneten monarkın dini kurumlarca dışlanması onun yönetme hakkının olmamasına yol açacaktır. Bu konuya örnek olarak seçimle başa gelen Kutsal Roma İmparatorları ile Papalık arasında sıkça gerçekleşen ve ileride de bahsedilecek olan mücadeleler örnek verilebilir.
I.Theodosius’un pagan uygulamalarını kaldırması, ardından da Frigidus Savaşı’nı kazanıp imparatorluğun iki yarısını birleştirmesi ülkede olan kaosu sona erdirmemiştir.
Kavimler Göçü’nün başlaması ile birlikte Hun baskısına dayanamayan Gotlar 375 yılında Roma İmparatorluğu’na geçiş yapmak istediler, istek devrin Doğu Roma İmparatoru olan Valens tarafından kabul edilmiştir. Bu imparator daha sonra 378 senesinde Hadrianapolis Savaşı’nda(o zamanki Edirne’nin adı) Gotlar tarafından öldürülecektir.
Gotlar’ın gelmesi ile birlikte diğer Cermen kabileleri de imparatorluğun federesi(lat. Feodarati) olmak kaydıyla imparatorluğa sığınmaya başladılar. Öte yandan daha sonra I.Theodosius tarafından çıkarılacak olan fermanla belirlenmiş olan İznik İtikadi’nin aksine Cermenik kabileler –belki de kültürlerine daha uygun olduğu için- ataerkil bir yorum olan Ariusçu idiler. Bu durum da dini mücadelenin sürmesine neden olacaktır.
Bir diğer sorun ise Kavimler Göçü’nün getirmiş olduğu tahribattan ötürü Batı Roma İmparatorluğu’nda hazine ve ordu politikalarının iflası idi. Devlet federeleri olan Cermenlerden vergi alamamakla birlikte onların kimi zaman yerleşmiş oldukları Galya’yı istilalarını da engelleyememekteydi. Devletin gücünün çökmesi sonrasında güvenli yerler olan ve sığınabilecek yegâne mekanlar ise pek tabii olarak manastırlar idi. Devlet vergi yükünü arttırırken pek çok insan kurtuluş umudu olarak manastırlara katılmaktaydı, zira manastırlar o dönemde vergiden muaf kurumlardır. Zamanla bu durumun önüne geçmek için yeni bir kanun çıkarılmıştır, çıkarılan kanuna göre senyörün(toprak sahibi) izni olmadan hiçbir insan(serf) rahip olmak için yerinden ayrılamazdı; öte yandan bu izin son derece sıra dışı durumlarda verilmekteydi.
Karolenjler ve “Kutsal” Roma Cermen İmparatorluğu
742 senesinde Liege civarında doğan ve 814 yılında Aachen’da ölen Şarlman(lat. Carolus Magnus) başta Frenkleri ve daha sonra da Cermenleri bir araya getirmiş olan imparatordur, daha sonra Friedrich Barbarossa olarak da bilinecek olan I.Friedrich’in imparatorluğuna Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu deme nedeni olan kişidir. İsmin nedeni olan hikaye ise şu şekilde:
“Şarlman, İtalya Seferi sonrasında dönemin papası olan III.Leo ile akşam yemeği yerken papa aniden kafasına taç geçirmiş ve onu Roma İmparatoru olarak ilan etmiştir.”(800 yılında)
Bu basit ve kaynağı bilinmeyen, dolayısıyla gerçekliğini teyit edemeyeceğimiz, söylence bizlere o dönemde yönetme erkinin tanrısal olduğunu göstermesi açısından faydalı bir örnektir; zira kilise sahip olduğu güce bir anda ulaşmamıştır. Söylencenin göstermiş olduğu başka bir husus ise kendi döneminde ve bölgesinde askeri açıdan –belki de- en güçlü olan bir kişiye imparatorluk payesi veren kilisenin siyasi alanda ne kadar güçlü olduğunu göstermesidir. Tabii ki dini açıdan ön planda bulunmak aynı zamanda devlet müdahalesine de açık olmak demektir, ki bu konu sekularizmin en temelde devlet ile dini kati bir suretle ayrılması gerektiği düşüncesinin de arka planda yatan nedenlerinden birisine örnek olarak gösterilebilir.
Söylencenin oluşmasına neden olan faktör ise gerçek anlamda ilk Kutsal Roma İmparatoru diyebileceğimiz I.Otto’nun 962 yılında bizzat papa tarafından taç giydirilmesi olabilir.
Daha sonra ortaya çıkacak olan sekularizm düşüncesi ise aslında imparatorlar ve papalar arasındaki mücadele zamanında Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştı desek bir bakıma yanlış olmaz. Jacques Le Goff bu durumu “Dünyevi egemenlik üzerinde manevi egemenliğin üzerine dair ya da tam aksi yönde tartışmalar” olarak belirtmiştir[12].
Batı’da kilisenin güçlenmesine neden olan bir diğer faktör ise siyasi olarak bir birliğin sağlanamamış olmasıdır. Bu yüzden Voltaire Kutsal Roma İmparatorluğu’nun adıyla alay etmiştir desek sanırım yanlış olmaz. Doğu’da, yani devrin Konstantinopolis’inde, kilise devlet kontrolünde büyüyor iken Batı’da kilise kurumu devletten bağımsız bir oluşumdur. Gelişmiş bürokratik sistem olmaması sebebiyle kariyer arayan insanlar zamanla kiliseye katılmışlardır, yine belirtmek gerekir ki Batı menşeli olan pek çok düşünür kilise kökenlidir. Buradan hareketle diyebiliriz ki kilise zamanla yalnızca siyasi gücün üstünde olan bir kurum hâline gelmemiş, aynı zamanda mevcut entelijansiyaya da hakim olmuştur. Yine de konuyu daha iyi açıklayabilmek için feodalizme bakmakta fayda olacaktır.
Feodalizm
Feodalizmden bahsetmeden önce belirtmemiz gereken husus onun yalnızca Batı ve Orta Avrupa’ya değil, aynı zamanda farklı coğrafyalarda da kendine özgü feodalizm çeşitlerinin olduğudur; Japonya örneğindeki gibi. Bu sebepten ötürü Batı ve Orta Avrupa’daki feodalizm çeşitleri de Alman Feodalizmi, Fransız Feodalizmi, İngiliz Feodalizmi gibi alt başlıklar altında incelenmektedir. Feodalizm hakkında bahsetme nedeni ise Ortaçağ’da toplumun üç temel sınıfa ayrılmasıydı, bu sınıflar
- Orestes denilen ruhban sınıf.
- Bellatores adı verilen silahlı(asker) sınıf
- Laboratores denilen işçi sınıftır, fakat bu sınıfta yalnızca toprağı işleyen serf bulunmamakta aynı zamanda zanaatkârlar da bu sınıfta bulunmaktadır.
Batı Roma İmparatorluğu yıkılmadan çok önce kilise mevcut aristokrasi için prestij kaynağı olarak görülmeye başlanmıştı. Bu duruma örnek olarak makalede bahsedilmiş olan Nolalı Paulinus ve Eusebius Hieronymus verilebileceği gibi Ammianus Marcellinus isimli tarihçinin pagan bir senatörün demiş olduğu “Bana Roma piskoposluğunu verin hemen Hıristiyan olayım” sözü de verilebilir. Bu noktadan hareketle de denilebilir ki imparatorluğun ister Batı isterse Doğu yarısı için olsun farklı kliklerden kişiler kilise içerisinde yer almışlardır. Bu noktada da belirtilmesi gereken Katolik Kilisesi’ne dair öğretilerin nasıl temellendiğidir. En basit bağlamda ifade edilecek olursa “İlk Günah”, “Kutsal Ayinler” ve “Kurtuluş” kavramları üzerinde kilise doktrinini şekillendirmiştir. Kilisenin güçlenmesine neden olan husus da günahkâr olarak dünyaya gelen insanların ancak ayinler aracılığıyla inayet sahibi olup böylelikle kurtulacaklarını düşünmeleriydi. Dolayısıyla bu durum zamanla kilisenin bir bakıma monopol oluşturmasına neden olmuştur. Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus ise yargılamanın da başlangıçta kilise tekelinde olması ve onun teamüllerine göre adaletin sağlandığı gerçeğidir.
Aslında başta belirtilmesi gereken husus feodalizmin nasıl bir sistem olduğundan ziyade nasıl işlediği ve ne olduğu sorusudur. Feodal bir düzende temelde toprağa bağlı işçi olan serf toprak sahibi olan senyöre(toprak sahibi kurum kilise de olabilir) karşı sorumludur. Toprağın sahibi olan senyör ise eğer varsa kendisine toprağı sağlayan kişiye karşı sorumludur. En alttan en üste doğru bir sınıflandırma yapacaksak eğer şöyle olacaktır: Serf kale sahibi barona ya da piskoposluk denetiminde bir bölge ise oradaki ruhban sınıfından yetkili kişiye, baron konta(İng: earl), kont düke, dük krala karşı sorumludur. Bu durum ise en basit şekilde tarif edilecek olursa çıkacak olan sonuç yerelleşmedir. Öte yandan Ortaçağ’da yerelleşmeyen, bilakis farklı etnik kökenden insanların bir cemaat(Alm. Gemeinschaft) hâlinde yek vücut bulundukları kurum ise kilise idi. Ferdinand Tönnies’e göre irsi bakımdan yahut tasarruf veya yararlanma açılarından orta k özellikleri olan veyahut da belirli müşterek dayanışma unsurlarına sahip olan, aile (ev cemaati), köy, kulüp, dini gruplar, otarşik bir iktisadi bünyeye sahip kasabalar, zanaat birlikleri (loncalar) ve hatta feodal beylikler cemaatin tezahür şekilleridir[13].
Öte yandan bilindiği üzere feodalizmin yıkılış sebeplerinden birisi olarak kentleşmenin gelişmesi ve şehirleşme sonucu ortaya çıkan yeni sınıfın, burjuvazi, feodalizmi alaşağı etmesi gösterilmektedir. Antropolog Robert Redfield’in yaptığı tanıma bakacak olursak kendisi manevi düzenin teknik düzene hakim olduğu kültürleri kent-öncesi kültürler olarak tanımlamıştır[14].Yeniden Tönnies’e dönecek olursak o da daha önce ortak çıkarlar için işbirliğine girmiş olan insanların oluşturdukları birliği yeni bir fenomen olarak ele almakta(Cemiyet, alm.Gesellschaft) ve onun zamanla üstünlük kazanacağını ileri sürmektedir.
Burada değinilmesi gereken husus mevcut şartlar altında kilisenin gündelik yaşamda sahip olduğu güçtür. Doğuda Hıristiyanlık devlet kontrolünde gelişirken Batı Roma İmparatorluğu’nun çökmesi ve Katolik Kilisesi’nin daha serbest bir ortamda şekillenmesi ile birlikte zamanla daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi devlet yöneticileri ile güç yarışına girmeleri son derece doğaldır.
Gang nach Canossa ve Kulturkampf
Gang nach Canossa her ne kadar Canossa’ya gidiş demek olsa da günümüzde özür dilemek, özür dilemek ve kendini affettirmek için başkalarının ayaklarına kapanmak anlamına da sahiptir. Olay 1076 yılının Aralık ayından 1077 yılının Ocak ayına kadar sürmüştür, fakat etkisi yaklaşık yedi yüz sonra bile mevcuttur ki buna örnek olarak Otto von Bismarck’ın 14 Mayıs 1872 tarihinde Reichstag’da “Seien Sie außer Sorge, nach Kanossa gehen wir nicht, weder körperlich noch geistig.”[15] demesi örnek verilebilir. Bismarck’ın ifade etmeye çalıştığı sözlerin Türkçesi ise aşağı yukarı “Şunu iyice anlayın, hiçbir şekilde Canossa’ya gitmeyeceğiz; bedeni veya ruhani olarak” şeklindedir. Canossa’nın önemi ise daha önce bahsedilmiş olan “Dünyevi egemenlik üzerinde manevi egemenliğin üzerine dair ya da tam aksi yönde tartışmalar” denilse bir bakıma doğru olur.
11. ve 12. yüzyıllarda Katolik Kilisesi ile Ortaçağ’da bulunan devletlerin ihtilafa düştükleri temel sorunlardan birisi manastırlara başrahip eyaletlereyse piskopos olarak kimin hangi erk tarafından atanacağı konusuydu. Kurumlar kiliseye bağlı olsalar da devletin toprakları içerisinde yer aldıkları için monarklara göre atama yetkisi onlarda olmalıydı, zira bir noktada bu kurumlar onların vassalıydı. Öte yandan Papa VII.Gregor’un yapmış olduğu reformlar krizin başlangıcını oluşturmaktaydı. Bizzat papa tarafından yazılan ve Dictatus Papae olarak adlandırılan kanunlar 1075 yılında yayınlandı. Kanunları kısaca özetlenecek olursa şu şekildedir: “Roma Kilisesi yalnızca Tanrı tarafından kurulmuştur ve dolayısıyla evrenseldir. Piskoposları göreve atama ya da görevden alma yetkisi yalnızca papaya aittir. Papanın yönetimindeki konseyde papa hüküm verme yetkisine sahiptir, konseyin kararlarını veto edebilir.” şeklinde devam eden ve 27 maddeden oluşan bildirgede ayrıca “Papa kimse tarafından yargılanamaz, Katolik Kilisesi ile barışta olmayan hükümran Katolik değildir, Roma Kilisesi daha önce hata yapmadı/şu anda hata yapmamaktadır/gelecekte de hata yapmayacaktır.” gibi maddeler de bulunmaktadır. İlgi çeken ve imparatorlar ile anlaşamamasına neden olan maddeler ise şunlardır: “Papa gerekirse imparatoru görevden alma yetkisine sahiptir.” ve “Papa gerekirse imparatorluğa dair ünvanları ve nişanları kullanabilir.” ile “Bütün prensler papanın ayağını öpmek zorundadır.” maddeleri yer almaktadır. Belki de sonuncu maddeden ötürü Gang nach Canossa tabiri günümüz Almancasında birilerinin ayağına kapanmak anlamına da gelmektedir.
“Papa gerekirse imparatoru görevden alma yetkisine sahiptir.” maddesi aslında o döneme kadar mevcut olan iki başlı(iki kılıçlı) sistemin de yıkıldığı anlamına gelmekteydi. Başka bir şekilde ifade edilecek olursa geçici olan ve ruhani olan arasındaki ayrım VII.Gregor’un dikte ettiği 27 maddeyle yıkılmıştır. Burada hatırlanması gereken husus sekularizmin etimolojik açıdan kökeni olan saecularis sözcüğüdür ve bilindiği üzere kelime “dünyevi, bir jenerasyon ya da çağa ilişkin” anlamına gelmektedir. Bir diğer nokta ise daha önce bahsedilmiş olan Jacques le Goff’un tespitidir, o tespiti açacak olursak Papalık sahip olduğu ruhani güçle dünyevi egemenliğin üzerine kendi sistemini inşa etme girişiminde bulunmuştur.
1075 yılında ise Kutsal Roma İmparatoru olan IV.Heinrich ise Papalık tarafından yayınlanmış olan ve piskoposları papalık atar kuralına karşı gelerek yönetimi altındaki yerlere piskopos atamalarını kendisi yapmaya başladı ve ardından da papa tarafından aforoz edildi. Daha sonraki yıllarda da torunu olan Friedrich Barbarossa(I.Friedrich) de aforoz edilecektir, ama o da durumu kendi adına kurtarmak için kendi papasını yani anti-papayı atayacaktır. Onun torunu olan II.Friedrich’te Haçlı Seferi düzenlemediği hâlde savaşmadan Kudüs’ü diplomatik yollardan aldığı için aforoz edilecektir. Burada II.Friedrich’e ufak bir parantez açmak faydalı olacaktır, zira kendisi aforoz edilmesine ve Müslüman olmakla suçlanmasına rağmen Ortaçağ’da yer alan ve her çeşit unsura toleranslı yaklaşabilen bir liderdir. II.Friedrich’in korumaları Müslüman idi ve kendisi Sicilya’da hayatını sürdürürken adada bulunan Müslümanların cami yapmalarına da izin vermiştir. IV.Heinrich’e dönülecek olursa 1076 yılında papa kendisini kalıcı olarak aforoz etti, bu bir Hıristiyan olarak ölmemesi anlamına geldiği kadar yönetme erkine de sahip olmaması dolayısıyla vassallarının bağımsız hareket etmesine neden olacak bir olaydı; yani otoritesi olmayacak ve devlet yönetimi de geçersiz sayılacaktı. İmparatorun hükümdarlığı o dönemki kanunlar gereği geçersiz olduğu için yönetimi altında bulunan vassallar ayaklanmaya başlamıştı. Her ne kadar IV.Heinrich ilk isyan eden Sakson soylularına karşı zafer kazanmış olsa da aforozun kalkması gerektiğinin farkına vardı ve papadan özür dilemek için yola çıktı.
İmparatorun geldiğini öğrenen papa ve daha sonra İtalyan şehirlerini örgütleyip Almanlara karşı uzun soluklu bir savaşı açacak olan devrin Toskana Düşesi Mathilda kayzerin orduyla geldiğini farz edip Canossa Kalesi’ne sığındılar. Öte yandan siyasi olarak zor durumda bulunan imparator münzevi bir şekilde pişmanlık elbisesi denilen elbiseyle(bu elbise uzun bir tunik ve sandaletten ibarettir) Canossa’ya gelmiştir. Üç gün boyunca oruç tutan ve Canossa’nın karşısında keşiş yaşamı süren imparator üçüncü günün sonunda papa tarafından affedildi ve kendisine komünyon yapıldı. Dolayısıyla denilebilir ki Papalık sahip olduğu spiritual güç sayesinde mevcut erki bastırabilmiştir. Öte yandan vassalların yeniden isyan etmesi sonrasında IV.Heinrich tekrar aforoz edilmiştir, fakat o da kendi adamı olan III.Clement’i papa ilan edecek ve ardından da Roma’ya yürüyerek onu Kilise’nin başına geçirecektir. Bu noktada da denilebilir ki devletin dine dinin ise devlete müdahalesi sıklıkla gerçekleşmekte ve iki taraf da kendi çıkarları uyarınca yönetimi gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Otto von Bismarck’ı ise Canossa ile ilgili konuşmaya iten süreç farklı olmakla birlikte bir ölçekte benzerdir. Türkçesi Kültür Mücadelesi(Kavgası) olan Kulturkampf temelde Katolikliğin etkisini devlet eliyle kırmaya yönelik bir eylemdir ve buna karşı gösterilen tepkiyi de içeren süreçtir. Terimi ise Prusyalı liberal devlet adamı olan Rudolf Virchow üretmiştir. Sürecin ortaya çıkma nedeni ise Prusya’da yaklaşık olarak %36,5 oranında Katolik bulunması ve Katoliklerin görüşlerinin liberaller ile Protestanların desteğini sağlamış olan Bismarck’ın politikasıyla uyum sağlamaması olarak gösterilebilir. Bismarck Katoliklerin gücünü kırmaya yönelmiştir, hem böylelikle kendi devletinin yönetimi altında olan Lehlerin de asimilasyonunu sağlayacağını düşünmektedir. Bu duruma edebiyattan bir örnek gösterecek olursak o da Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Henryk Sienkiewicz’in 1895 yılında yazmış olduğu Quo Vadis olabilir. Sienkiewicz’in Polonya Tarihi üzerine olmayan tek kitabı olmasına rağmen Polonyalı ruhunu yansıtan bir eser olmasının yanında Neron’a ve Roma İmparatorluğu’na karşı gelen ilk dönem Hıristiyanlarının çektiği acıyı anlatmaktadır[16]. Öte yandan Bismarck’ın Katolik etkisini kırmak için göstermiş olduğu çaba sonuçsuz kalmıştır, Katolikler örgütlenmiş, en güçlü ikinci parti hâline gelmiştir; buna ek olarak Almanya’nın kuzeyi ile güneyi arasında da bir ayrım ortaya çıkmıştır. Bir diğer sonuç ise Bismarck’ın güçlenen sosyalistlere karşı Katoliklerle işbirliği yapmasıdır ki, siyasi açıdan pek çok kez taraf değiştirdiği için –misalen 1848 Devrimi sonrası Avusturya ile müttefik olması, daha sonra milliyetçi olması ve ardından Prusyalılar ile bir olması gibi- siyasi açıdan hoş bir etki bırakmamış ve güçten düşmüştür. Katolik Kilisesi ise Kulturkampf esnasında ruhban sınıfının çoğu üyesi tutuklandığı için devlete karşı girişecekleri herhangi bir mücadeleyi kazanamayacaklarını algılamıştır. O dönemki mevcut yönetim ise Kilise’ye ağır zararlar verebilseler bile tam anlamıyla pasifize edemeyeceklerini anlamışlardır.
Augsburg ve Vestfalya Barışları
25 Eylül 1555’te Augsburg kentinde toplanan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu Dieti(meclisi) ile Lutherciler ve Katolikler arasında barış sağlanmıştır. Bu barış temelde Curius regio, ejus religio (hükümdarın dini neyse, ülkesinin dini de odur) ilkesini benimsemekle birlikte Kalvinistleri dışarıda tutmuştu. Bu durum 15 Mayıs 1648 senesinde imzalanan Vestfalya Barışı ile düzenlenmiş oldu. Vestfalya ile birlikte daha önceden imzalanmış olan Augsburg Barışı’nın hükümleri geçerli olmakla birlikte Kalvinizm tanındı. Bir diğer nokta ise herhangi bir erkin yönetiminde kabul edilmeyen mezheplerin Kilise güvencesi ile ibadet yapabilmesi oldu ve bu durum farklı mezheplere mensup devletlerin diğer devletlerin içişlerine karışmasını engellemeyi amaçlamış bu amacında ise bir nebze de olsa başarı sağlamış olan maddedir. Buna örnek olarak kimi uzmanlara göre Vestfalya Barışı’nın bugünkü uluslar arası sistemin temeli olduğuna dair görüşler gösterilebilir. Ayrıca belirtilmesi gereken bir diğer konu ise Alman Prenslikleri’nin kendilerine özel mahkemeleri kurmalarıydı.
Sonuç
Sekularizmin tarihte almış olduğu yola bakarsak aslında en baştaki noktaya geri dönmüş oluruz, bu da devletin dine dinin ise devlete müdahalesini engelleyen görüştür. Bu durumun getirisi temel anlamda iki kliğin de çıkarları için birbirlerini rakip olarak addedip mücadele etmelerini engellemekle kalmayıp aynı zamanda nispi ölçülerde bireysel özgürlüklere de yansıyacaktır ki yansımıştır da.
Spinoza’nın(1632-1672) yazmış olduğu Vatandaşların Özgürlüğü isimli eserden yapılacak olan alıntı konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:
“Hiçbir insan aklının bütünüyle başkalarının iradesine girmesi mümkün değildir; hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde karar verme doğal hakkını başkasına devredemez ya da böyle bir şey yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle, aklı kontrol altına almaya çabalayan devlet zalim olarak kabul edilir. Neyin doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin kötüye kullanılması ve yönetilenlerin haklarının gasp edilmesi anlamına gelir. Bu konuların tümü, insanların kendi rızaları ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları arasında yer alır.”[17].
Buradan hareketle de denilebilir ki devletin asıl amacı temel hak ve özgürlükleri koruyup geliştirmektir ve bunda farklı dinden insanların yasalar önünde eşit olmalıdır. Din ise manevi gücünü dünyevi çıkarlar için kullanmamalıdır. Dolayısıyla gerek dini gerekse devlet kurumları olsun otokontrol mekanizması oluşmadığı müddetçe Jacques le Goff’un yapmış olduğu “Dünyevi egemenlik üzerinde manevi egemenliğin üzerine dair ya da tam aksi yönde tartışmalar” tespiti geçerli kalacak ve iki cenah da kendi dünya tahayyülerini uygulayabilmek için birbirleriyle çatışacaklardır.
Referanslar:
[1]: http://www.etymonline.com/index.php?term=secular
[2]: http://jimithekewl.com/2013/08/15/laikci-terimi/
[3]: Secularism vs Laicism, sf.7, Murat Soner
[4]: Anthony W. Marx, Faith in Nation: Exclusionary Origins of Nationalism (Oxford: Oxford University Press, 2003), 89.
[5]: Gulce Tarhan, Roots of the Headscarf Debate: Laicism and Secularism in France and Turkey
[6]: Armağan Öztürk, Res Publica, Doğu Batı Yayınları, sf.291
[7]: a.g.e sf.292
[8]: Nola Piskoposu Paulinus, Mektuplar, c.400
[9]: Williams, Stephen & Friell, Gerard, Theodosius: The Empire at Bay, Yale University Press, 1994. 129
[10]: “Topluluk ya da özel olarak, tüm pagan uygulamaları yasaklanmıştır.” Theodosius’un Fermanı, 391
[11]: Doğu Batı Yayınları, 33.Sayı, Ortaçağ Aydınlığı, 105
[12]: Jacques Le Goff, History of Humanity, Scientific and Cultural Development, Volume IV, Unesco&Routledge, 2000
[13]: Mehmet Fikret Gezgin, Cemaat-Cemiyet Ayrımı ve Ferdinand Tönnies, sf.199 [14]:Charles H.Long, Popüler Din, Çev. Mustafa Arslan, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/23.php
[15]: http://www.reichstagsprotokolle.de/Blatt3_k1_bsb00018359_00387.html
[16]: Henryk Sienkiewicz, Cem Yayınevi 1972, Quo Vadis, Roman ve Yazar Üstüne [17]:http://www.canaktan.org/hukuk/insan_haklari/felsefi-yazilar/benedictus_de_spinoza.htm